Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesi geldi birden aklıma. İnsan şair olsa, fazla düşünmeden, “Sana bugün bir tepeden baktım güzel Roma” derdi herhalde.
Osmanlı döneminde daha da güzelleşmiş “Doğu Roma’nın başkenti” İstanbul gibi büyülü bir şehirdir, İtalya döneminde güzelliğini korumuş olan; “Roma’nın başkenti” Roma. Cumhuriyet dönemi onu kötüleyerek terk etmiş olsa bile, çürütemediği gibi son yıllarda olanca görkemiyle ayağa kalktı İstanbul. Ama ne yazık ki, bir beton yığını olarak modernite ile buluşuyor sanki.
Ona Yahya Kemal’in baktığı tepeden değil, uçağın yükseldiği tepeden bakınca bir çirkin bir beton ormanı gibi görünüyor 1000 metre yükseklikten. Nefes kesen Boğaziçi ve şehrin tarihi merkezi kurtarıyor görüntüsünü.
Roma’nın daha önce hiç bilmediğim, hiç gelmediğim bir noktasından, ama en yüksek noktasından, Monte Mario’dan seyrediyorum yeşil içine gömülmüş ve tarihini betona teslim etmemiş güzelliğini. Roma, İstanbul gibi deniz kıyısında değil ama denize çok yakın; ama Roma da, eski İstanbul gibi; “yedi tepeli” bir şehir ve en alçak noktası denizden 13 metre yüksek Pantheon, en yüksek noktası ise 139 metre yükseklikteki Monte Mario, yani Mario Tepesi.
Fenerbahçe ile birlikte Lazio maçının oynanacağı Stadio Olimpico’ya yani Roma’ya Yirminci Yüzyıl’ın mimari katkılarından biri olarak eklenmiş Olimpiyat Stadı’na oldukça yakın bir mesafede, Monte Mario’da maç saatini bekliyorum.
Bu takımı tarihinin en büyük başarılarına koşturan, kendi içinden yetişmiş çocukları, teknik yöneticileri Aykut Kocaman ve İsmail Kartal ve futbol takımının oyuncularıyla aynı otel katını paylaşıyorum. Fenerbahçe’nin lojistik sorumlusu Yeşim, “oradan iyi yazı yazılır” düşüncesiyle, beni o kata yerleştirdi. Futbol takımının aklı, maç saatine odaklanmışken, ben, balkonumdan, Roma’nın en yüksek noktasından gözlerimle şehri tarıyorum.
Vatikan’ın yani Katolik aleminin, dolayısıyla Papalık’ın merkezi San Pietro Kilisesi, sağ elimizi uzatıp elimizle tutacakmışız gibi yakınımızda. Şehir aşağıda göz ufkumuzda uzanıyor.; Vittorio Emmanuele II Anıtı, olanca Neo-Klasik heybetiyle görünüyor. Yapımı MS. 126 yılına giden ve o gün bugündür dünyanın desteksiz en büyük kubbesine sahip olan Pantheon da.
Roma’ya Monte Mario’dan bakınca, şehrin cazibesine dayanamayıp, aşağıya koşuyorsunuz. Ben de Fenerbahçe Televizyonu’nun genel müdürü İhsan Topaloğlu ile birlikte öyle yaptım ve her seferinde yerine getirdiğim “ritüel”i onunla birlikte yaşadım.
O “ritüel”, mutlaka Campo de’ Fiori adlı meydana uğramayı gerektirir. Küçük meydanın ortasında 1600 yılında güneş sistemi ve evrene ilişkin görüşleri nedeniyle engizisyonun hışmına uğrayıp yakılmış olan rahip, matematikçi ve gökbilimci Giordano Bruno’nun heykeli vardır. Giordano Bruno, yirminci yüzyılın düşünce insanlarınca, “özgür düşünce ve bilimsel modern fikirlerin şehidi” kabul edilir.
Campo de’ Fiori Meydanı’ndan Bernini’nin en güzel heykelleri ve çeşmeleriyle süslenmiş Piazza Navona’ya ve ardından elbette Pantheon’a;
Her bindiğimiz takside şoförlerin kulağı, Torino’da oynanmakta olan Juventus-Bayern maçında. Aynı şekilde ertesi günkü Lazio-Fenerbahçe maçını böyle dinleyeceklerdi besbelli.Hangisine sorsak, “Lazio ya da Roma taraftarı” olduklarını, hepsi “Roma!” diyorlar şansımıza. “Mussolini’nin takımı” olarak bilinen Lazio’dan nefret ediyorlar. Birine “Lazio faşista?” diye takılacak oluyorum, “Molto faşista” (çok faşist) cevabını alıyorum. Türk olduğumuzu bilmeden “Forza Fenerbahçe; domani Lazio fori” diye heyecanla tepki veriyorlar.
Yani “Haydi Fenerbahçe; yarın Lazio elenecek”… Futbolsever Roma ahalisinin çoğunluğunun temennisinin bu olduğu anlaşılıyor. Bu satırları Roma Olimpiyat Stadı’nda Lazio’nun cezasından ötürü seyircisiz oynanacak –aralarında bulunduğum birkaç yüz kişilik akredite kişi hariç- Lazio-Fenerbahçe maçının sonucunu bilmeden yazıyorum. Fenerbahçe’nin Avrupa Ligi’nde –tarihinde ilk kez- yarı finale çıkacağı umuduyla. Türkiye’deki milyonlarca Fenerbahçelinin yanısıra Roma halkının büyük çoğunluğunun “manevi enerjisi”ni arkamızda hissetmek hoş bir şey.
Maçın sonucunu bu satırları yazdığım sırada bilmiyor olsam bile, bu duyguları Roma’da yaşamak hoş bir şey. Beni buraya getirdiği için ve bu duyguları yaşattığı için Fenerbahçe’me 5 yaşımdan bu yana duyduğum karşılıksız sevginin içimde daha da katlanıp büyüdüğünü fark ediyorum.
Roma’nın tarihi merkezinden şehrin en yüksek noktasındaki Monte Mario’daki otelimize döndüğümüzde, Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a iyi haberi iletiyorum. Ergani doğumlu Aziz Yıldırım’a, bir Erganili olan ve çok kısa süre önce Diyarbakır hapishanesinde dört duvar arasından çıkmış olan Fırat Anlı’nın Roma’dan 24 saat önce bulunduğum Diyarbakır’da bana söylediklerini aktarıyorum. Fırat Anlı, üç yıl geçirdiği hapishane yılları ve bunun ardından sokağına döndüğü Diyarbakır’da “Fenerbahçeliliğin gözle görülür biçimde arttığını gözlemlediğini” söylemişti bana. Sebebini de şöyle açıklamıştı: “Hapishanede kaldığı bir yıl boyunca Aziz Yıldırım’ın ortaya koyduğu davranış. Fenerbahçe, direniş kavramıyla özdeşleştirildi…”
Bu gözlem ve özellikle Fırat Anlı tarafından açık yüreklilikle dillendirilmesi çok hoşuma gitmişti. Duyduğumda, “Yarın bunu Roma’da Aziz Yıldırım’a aktaracağım.” Sözümü yerine getirdim.
Futbol takımıyla aynı kattaki odama çıktım. Bizlere bu duyguları veren kavramın –yani Fenerbahçe’nin- ete kemiğe bürünmüş, somut ifadeleri olan teknik kadro ve futbol takımı çoktan uykuya çekilmişlerdi. Milyonların “idolleri” olan çok genç yaştaki isimlerin, o yaşta kazandıkları milyonlarca Euro bir yana, bir bakıma da “çağdaş köleler” olduklarını aklımdan geçirdim.
Daha önceki benzer vesilelerde de dikkatimi çekmişti; uçağa bin, uçaktan in doğru otele, otelde odalarına. Otelden akşam antrenman için maçın yapılacağı stada git ve geri dön ve doğru odalara. Ertesi gün boyu gece oynanacak maç saatini bekle. Maçtan sonra, uçağa bin doğru geldiğin yere. Yat uyu. Kalk, doğru antrenmana. Onları ne birlikte gidilen şehirlerin meydanlarında, ne birlikte kalınan otellerin lobilerinde bile göremezsiniz. Hatta binilen uçaklarda bile, en arka sıralara yerleşir onlar. Aynı uçaklarda bile pek göremezsiniz. Onlar, size, kendilerini sadece sahada gösterirler.
Eski Roma’da gladyatörlerin dövüştürüldüğü Colisseum, göz ufkumda gözüküyor olmalı. Yanımdaki balkonlardan aynı manzarayı izleyen Fenerbahçeli futbolcular, sonunda ölüm olmayan bir büyük yarışmanın oyuncuları olarak bir tür “çağdaş köleler” olduklarını hiç düşündüler mi acaba?
Türkiye’ye dönerken onlara uçakta bunu sormaya zamanımız olmayabilir. Çünkü, muhtemelen “zafer kutlaması”nda olacağız.
Kalemi elinden alındığı için Real Madrid-Galatasaray maçlarını yazamayan, yazsa bile “zafer yazısı” yazamayacak olan Hasan Cemal’i hatırlayarak, maçın henüz oynanmadığı şu saatte yazdığım yazıyı Hasan Cemalleşerek noktalayayım:
“Forza Fenerbahçe”!
Cengiz Çandar / Hürriyet